Salı, Temmuz 25, 2006
YAZ(ama)MAK ÜZERİNE
En büyük korkularımızdan bir tanesi yazmak. Hem çok istediğimiz hem de en çok kaçındığımız. Ve korkumuzda yalnız değiliz. Kime sorsanız türlü mazeretlerle neden yazmadığının savunmasını yapacaktır. Oysa dile getiremediği gerçek, korktuğudur. Beğenilmeme korkusu. Zordur bunu itiraf.
Kendimi değerlendirdiğimde ve çevremi dinlediğimde iki hususun engel olarak karşımıza çıktığı görülüyor: Birincisi “ya yazdığım beğenilmezse” korkusu . Diğeri ise “bir gün öyle bir yazı yazacağım ki yer yerinden oynayacak” beklentisi. İkisi de yanlış ve aşılması kolay meseleler.
Yazma öğrenilen bir davranıştır. Elbette Allah vergisi yazma kabiliyetiyle doğan insanlar vardır. Ama yazarların kahir ekseriyeti yazmayı sonradan öğrenmişler ve temrinlerle geliştirmişlerdir. Yani yazdığınızdan utanmanıza insanlar beğenmeyecekler diye korkuya düşmenize gerek yok. Bir el sanatını öğrenen kişi gibi yazmayı sürekli hale getireceksiniz. Nasıl ki Efendimiz “az ama devamlı ibadeti” tavsiye etmiştir. Yazıya başlayacak olanın da bu tavsiye üzerine az ama devamlı yazması ona yazma kabiliyeti kazandıracak ve başkalarını imrendirecek bir gelişme gösterecektir. Bazıları yazmaya nasıl başladıklarını anlatırlar kitaplarında. Onları okumak yol gösterici ve cesaretlendirici olabilir. İlk başlayanlara tavsiyem: Çok çok çekiniyorsanız ilk yazdıklarınızı kendinize saklayın. Biraz güven geldiğinde tavsiyesine değer verdiğiniz insanlardan yardım isteyin. Ve asla hemen beğenilsin beklentisine girmeyin. “Ummaki gücenmeyesin.” Bugün yere göğe sığdıramadığınız bir çok yazarın ilk yazılarının sizinkilerden daha iyi olduğunu kimse iddia edemez. Onlar azimle çalışmaya devam etmenin meyvelerini yiyorlar.
Yazılan bir yazı ile taşları yerinden oynatmak gibi bir ham hayal de yazmaktan alıkoyar. Hiç kimsenin ilk yazısı böyle bir bahtiyarlık yaşatmamıştır. Bu hissiyata sahip olan kişiler ya nefislerinin esiri olmuş megaloman tiplerdir (ki yücelttikleri enaniyetleridir.) ya da yazmamaya mazeret üretmek için böyle bir bahanenin arkasına sığınanlardır. Ve asla herşeyi tersine çevirecek yazıyı yazacakları o bir gün gelmez. Bu sinek sıklet birinin hiçbir antrenman yapmadan Muhammed Ali Clay ile maça çıkması gibi bir şeydir. İlk yumrukta yere serileceği muhakkaktır.
Yazmak için uygun zaman ve zemini beklemek de hatadır. Hayat bizim arzumuzun dışında kendi seyrinde akıp gidiyor. Hiç bir zaman bizim beklediğmiz zaman ve zemin olmayabilir. Bulduğumuz her fırsatta bir iki satır da olsa bir şeyler karalamak lazım. Şiir için söylenen “eğer maksut eserse bir mısra-ı berceste kafidir.” sözü yazı için de geçerlidir. Bazen bir satırla sayfalar dolusu duygu düşünce aktarılabilir.
Gönül ilhamullahın tecelligahıdır. Gönle gelenleri yazmayıp yok olup gitmesine sebep olmak bir kadir bilmezlik olmaz mı? Ya o ilham ihtiyacı olan birisine senin vesilenle ulaştırılmak istenmişse? Yani yazmamak insana mesuliyet de yüklüyor.
Dili güzel kullanmak okumakla mümkün. Kelime hazinemizin zenginliği hem kolay yazmamızı hem de derdimizi daha kolay anlatmamızı sağlar. Ama her cümlemizin hayranlık uyandıracak kadar güzel olmasını beklemek muhali taleptir. Sade ama düzgün cümle daha çok takdir edilecekir. Sürekli yazmak eksiklerimizi görmemize yarar. İnsanı en iyi yine kendisi düzeltir. Tevbe bunun için var.
Dolayısıyla yazmak için:
a- Korkularımızın ve beklentilerimizin esiri olmayalım. Hiç hürriyeti tatmama ihtimali var.
b- Uygun zaman ve zemini beklemeyelim. Hiç gelmeyebilir.
c- Bize bahşedilen ilhamları bad-ı heva zayi etmek kadirnaşinaslıktır. Kendine yakıştıran buyursun.
d- Hiç kimse ilk yazısı ile zirveye çıkmamıştır. Gayretsiz olmuyor.
e- Çok okumak lazım. Bazen bir satır kitaplar dolusu ilhamları gönle akıtabilir.
f- Az ama her gün yazmaya gayret etmeli. Gelişmeler çok şaşırtıcı olacaktır.
g- Geride bırakılan her eser hizmet etmeye matuf ise karz-ı hasen olacak ve amel defterinin kıyamete kadar açık kalmasına vesile olacaktır.
h- En kolay yazılanı hatıralardır. Neden kendinizi anlatarak başlamıyorsunuz ?
HEMEN ŞİMDİ !...
Pazar, Temmuz 23, 2006
PROTESTO !
Pazartesi, Temmuz 17, 2006
ELLİ GRAM FAZLA GELDİ AYRILIK !...
hasta oldum hastaneye attılar
başucumda bir gececik yattılar
ölüm ile ayrılığı tarttılar
elli gram fazla geldi ayrılık
(anonim)
biraz önce bir yazı okudum.
"zor olan ilk öpücük değil aksine son öpücüktür."
doğru lan. doğru valla...
başucumda bir gececik yattılar
ölüm ile ayrılığı tarttılar
elli gram fazla geldi ayrılık
(anonim)
biraz önce bir yazı okudum.
"zor olan ilk öpücük değil aksine son öpücüktür."
doğru lan. doğru valla...
MİNİ MİNİ BİRLER !...
mini mini birler
çalıışkan ikiler
tembel üçler
eşek başı dörtler
misafir beşleeeer
ilkokulda iken sık sık söylediğimiz bu tekerleme geçen gün aklıma geldi. ya ne kadar salak bi şeymiş. neresini tutsan elinde kalıyor. çok fena moralim bozuldu şimdi. yorum morum yapamayacağım. kalsın böyle...
Pazar, Temmuz 16, 2006
MERAK ŞİŞMAN KEDİYİ ÖLDÜRDÜ...
koca bir pazar evde geçti. akşama kadar o blog senin bu blog benim dolaşıp durdum. oturduğum yere iz çıkmış. sık sık mutfağın hatrını sordum. iyiymiş. dolap da abur cubur adına bir şey kalmadı. hatta iki gün önce aldığım 250 grlık iki tereyağı kalıbı da bitmiş. nasıl oldu anlamadım.
şimdi acaba diyorum topu topu 500 gramlık bu iki tereyağının tüketilmesi ile bir insan nasıl 103 kilo olabilir? araştıracağım...
Pazartesi, Temmuz 10, 2006
İNCİRLER GURMALAŞIKDI...
bizim köyümüzde doğum tarihleri başka bir usulle söylenir.
mesela ben babama göre hüseyin rahmetlinin öldüğü gece, anneme göre incir üzüm zamanı doğmuşum. hatta rahmetli hacı fayka ninem daha da ayrıntı vererek "incirler gurmalaşıkdı. bir serim belben serikdik." dedi.
böylelikle net bir tarihe kavuşmuş oldum :-)
siz ne zaman doğdunuz ?
HADİ ORDAN !
türkmen deyince aklıma geldi. bu sapar murat türkmenbaşı denen herifi hiç sevmiyorum. kendini neredeyse peygamber sanıyor. bir gün karşı karşıya gelirsek ona şöyle diyeceğim: "HADİ ORDAN !"
KÜRT MÜSÜN TART MISIN?
efenim ben küçükken dedem gövce mahmut (dedemin gözleri mavi olduğu için böyle derlerdi. göv yani gök rengi, mavi demek) tanısın tanımasın bütün misafirlerine başlıkta kullandığım soruyu sorardı: "kürt müsün tart mısın?". sonra da "hıs hıs" gülerdi. ben bilmezdim kürt nedir tart nedir. yıllar sonra çok sevdiğim kürt arkadaşlarım oldu. kürt ne demek öğrendim.
gelelim tart'a : türkmenler kendi ülkelerinde yaşayan ama hala özbekçe konuşmaya devam eden özbeklere tart derlermiş ve hiç sevmezlermiş. bunu 25 yaşında öğrendim.
şimdi soru şu: "okuma yazma bile bilmeyen, köyden çıktığı zamanlar bir elin parmaklarını geçmeyen dedem bunu nereden biliyordu?"
bizimkiler türkmenmiş. ana yurtları ile bağlantıları asırlar önce kopmasına rağmen türkmence konuşamayanlar için kullanıkları kelimeyi içlerinde yaşatmış olabilirler mi? neden olmasın ? sahi siz kürt müsünüz tart mı?
gelelim tart'a : türkmenler kendi ülkelerinde yaşayan ama hala özbekçe konuşmaya devam eden özbeklere tart derlermiş ve hiç sevmezlermiş. bunu 25 yaşında öğrendim.
şimdi soru şu: "okuma yazma bile bilmeyen, köyden çıktığı zamanlar bir elin parmaklarını geçmeyen dedem bunu nereden biliyordu?"
bizimkiler türkmenmiş. ana yurtları ile bağlantıları asırlar önce kopmasına rağmen türkmence konuşamayanlar için kullanıkları kelimeyi içlerinde yaşatmış olabilirler mi? neden olmasın ? sahi siz kürt müsünüz tart mı?
BENİMLE EVLENECEK MİSİN ?
efendim yandaki hikayeye bayılıyorum. kısa, öz ve anlamlı. hayat dersi var. anlayana...
yabancı dili olmayan dallamalar (tabirimi hoşgörün) için tercümesi şöyle : (mealen hehe)
bir zaman bir delikanlı bir kıza sordu: "benimle evlenecek misin?" kız "hayır" dedi. o günden sonra delikanlı mutlu bir şekilde yaşadı. eheheheh ...
SİGARA ÖKSÜRTÜYOR PUROYA BAŞLADIM!...
dumanlı şeylerle aram iyi değildi.
ta ortaokul yıllarında sigara içmeye çalışmış ama öksürüklere boğulduğum ve anneme yakalandığım için başarılı olamamıştım. yıllar yıllar sonra bir arkadaşım suriye'den kaçak getirttiği sigaradan ikram etti. daha yarısına bile gelmeden (gerçekten çok uzundu şöyle bir kurşun kalem kadar) öksürüklere boğuldum. tam tövbe etmişken bir arkadaşımın nargile davetini kıramadım. ve elma püresi içtik. daha doğrusu ben öyle zannediyordum. elma püresi tütünün içiydeymiş. ama ben bunu beş sene sonra öğrendim. geçmiş olsundur bana . neyse efendim baktım ne öksürük ne tıksırık. hoşuma gitti. bir de ilk içişten sonra "erenler nargileyi" terkederken ayaklarımın üstüne basmıyor adeta uçuyordum. bu da hoşuma gitti. bu olaya devam edeyim dedim. meğerse öksürten sigaranın kağıdıymış.bana nargile içiren arkadaşım öyle söyledi ben onun yalancısıyım. neyse efendim (bunu da ikiledik daha güzel ifadeler bulmak lazım) madem dedim öksürten kağıttır kağıtsız bir şey içsem bir şey olmaz. ve ilk puromu içtim. latin amerika puro kaynıyor zaten. hayret ne öksürük ne tıksırık (gene ikiledik). o günden beri ben iflah olmaz bir puro tiryakisiyim. yaklaşık altı ay oldu tam dört tane puro içtim. azimle içmeye devam ediyorum.
hanimiş 1: ilk puro içtiğimde banyoya yetişemeyip halıya kustuğumu kimse bilmiyor ben de söylemiyorum.
hanimiş 2: artık tiryakiliğim ilerledi. kusmuyorum ama başım dönüyor şimdilik.
hanimiş 3: nargile tiryakiliğim de dillere destandır. beş yılda içtiğim nargile yirmiyi geçmez.
hanimiş 4: eğer kanser felan olursam puro şirketlerini mahkemeye verip tazminat kazanırsam aileme yüklü bir miras bırakmış olurum. ama tabii latin amerikada tazminat verecek bir kanun nerede ?!!!
hanimiş 5: yok artık. yazıdan çok hanimiş oldu. bunu yazmayacağım.
hanimiş 6: açıklamazsam bir yerlerim şişer. hanimiş aslında hamişten uydurulmuştur.hamiş eskilerin kullandıkları açıklamalara deniyordu. her şeyin içine eden neslimiz bunu es geçemezdi tabii. tebrik ediyoruz. alkışlar...
ta ortaokul yıllarında sigara içmeye çalışmış ama öksürüklere boğulduğum ve anneme yakalandığım için başarılı olamamıştım. yıllar yıllar sonra bir arkadaşım suriye'den kaçak getirttiği sigaradan ikram etti. daha yarısına bile gelmeden (gerçekten çok uzundu şöyle bir kurşun kalem kadar) öksürüklere boğuldum. tam tövbe etmişken bir arkadaşımın nargile davetini kıramadım. ve elma püresi içtik. daha doğrusu ben öyle zannediyordum. elma püresi tütünün içiydeymiş. ama ben bunu beş sene sonra öğrendim. geçmiş olsundur bana . neyse efendim baktım ne öksürük ne tıksırık. hoşuma gitti. bir de ilk içişten sonra "erenler nargileyi" terkederken ayaklarımın üstüne basmıyor adeta uçuyordum. bu da hoşuma gitti. bu olaya devam edeyim dedim. meğerse öksürten sigaranın kağıdıymış.bana nargile içiren arkadaşım öyle söyledi ben onun yalancısıyım. neyse efendim (bunu da ikiledik daha güzel ifadeler bulmak lazım) madem dedim öksürten kağıttır kağıtsız bir şey içsem bir şey olmaz. ve ilk puromu içtim. latin amerika puro kaynıyor zaten. hayret ne öksürük ne tıksırık (gene ikiledik). o günden beri ben iflah olmaz bir puro tiryakisiyim. yaklaşık altı ay oldu tam dört tane puro içtim. azimle içmeye devam ediyorum.
hanimiş 1: ilk puro içtiğimde banyoya yetişemeyip halıya kustuğumu kimse bilmiyor ben de söylemiyorum.
hanimiş 2: artık tiryakiliğim ilerledi. kusmuyorum ama başım dönüyor şimdilik.
hanimiş 3: nargile tiryakiliğim de dillere destandır. beş yılda içtiğim nargile yirmiyi geçmez.
hanimiş 4: eğer kanser felan olursam puro şirketlerini mahkemeye verip tazminat kazanırsam aileme yüklü bir miras bırakmış olurum. ama tabii latin amerikada tazminat verecek bir kanun nerede ?!!!
hanimiş 5: yok artık. yazıdan çok hanimiş oldu. bunu yazmayacağım.
hanimiş 6: açıklamazsam bir yerlerim şişer. hanimiş aslında hamişten uydurulmuştur.hamiş eskilerin kullandıkları açıklamalara deniyordu. her şeyin içine eden neslimiz bunu es geçemezdi tabii. tebrik ediyoruz. alkışlar...
YAZIYORUM...YAŞIYORUM...
merhaba güzeller güzeli kardeşim;
senden haber almak ne kadar güzel bir şeymiş. aman Allah'ım sevindirik oldum. ofiste arkadaşların şaşkın bakışları özetliyor aslında nasıl olduğumu. ama aldırmıyorum; insan hayatta kaç defa böyle seviniyor ki?
ben şimdi latin amerika'dayım. ............ maceramız kısa sürdü. iyi de oldu kanaatim. hani sen günlüğünde yazmışsın kuyu dibindeyim diye. aynı haldeydim ben de. ama ben kelimelerle ifadeden aciz olduğum için yazamadım bir şey. zaten günlük tutmaktan nefret ederim. az biraz kaçık nazarıyla bakarım günlük tutanlara. haksız da sayılmam. sen ne dersin?
............ beynimi emdi benim ve tabii ruhumu da. okumayı, düşünmeyi, yazmayı yani bana ait ne kadar güzel değer varsa hepsini zincirledi koydu zindana. öyle kuyu gibi de değil ha zindan, gayya gayya. gayyanın dibi. zor kurtuldum elinden.
.................'da gece olsun gündüz olsun, çıkar gezerdim. her köşe başının bir hikayesi vardı orada. her kaldırım taşının. soluduğun havanın. rüzgarda sallanan dalın ve o dalın ucundan düşerken yanağına bir öpücük kondurmayı ihmal etmeyen sarı yaprağın. kristaller halinde yağan soğuğun. her yaz gününün öğleden sonrasını o canım toprak kokusuna boğan kırkikindilerin. ayağını bastığında içine gömülen kuru karın. gölgelerin en koyusunu benim için hazırlayan akağaçların. o ağaçların altında hayallerimin mahrem döşeği olan bankların. belki milyonları ağırlamışken şimdi benim yalnızlığımı paylaşan meydanların. hasılı hikayesini dinleyeceğin o kadar çok şey var ki.
öyle hikayeler dinledim ki bazıları yüreğimi yerinden sökecekti. bazıları öfkemin harlamasına sebep oldu. bazıları gözyaşlarımı ceyhun etti. bazıları aldı aklımı başımdan. aman bir kelimesini kaçırmayayım diye öyle dikkatle gezer ve dinlerdim ki çok defa beni görenler mecnun olduğuma hükmetmişlerdir. her aşık bir miktar da olsa mecnun değil midir zaten? hiç alınmazdım.
şimdi gitseniz her tarafta göz izlerimi göreceksiniz. belki ............ park'ta okşadığım çiçek hala beni bekliyordur aşkını bir defa daha haykırmak için. ve eğer solduysa bilin ki benim hasretimdendir.kaldırım taşları sökülüyorsa yerinden başka ayakların üzerinde dolaşmasına dayanamadığındandır. taşlar bile bilir ki bir yürekte iki sevgi olmaz.duydum ki yazlar kurak geçiyormuş artık. başını ıslatacağı sevgili olmadığındandır. olmadığındandır her yağmur başladığında toprak kokusunu içine çeke çeke şemsiyesiz dolaşan kara sevdalısı.
...................'da gezerken hiç hikaye duymadım. ne coşan bir yürek vardı ne de yol gözleyen bir köşe başı. yüzüne güldüğüm çiçekler arkasını döndü bana. sırtını sıvazladığım ağaç yapraklarını döktü. hangi banka otursam çatırtılar geldi tahtalarından. kaldırım taşları ayaklarıma takılıp düşürdüler beni. yağmur damlaları bir kırbaç gibi indi suratıma. anladım ki aşk olmaz burada. çünkü bu garip şehir, bu sonradan insanların planlayarak kurduğu geometrik şehir aşkı hiç kimseden dinlememişti ki bilsin öğrensin. kaldırımlarını aşıklar değil mühendisler çiğnemişti onun. çiçeklerini diken eller emirle yapmıştı bunu. ağaçlarını sulayanlar döktükleri suyun içine bir yudum sevgi katmadılar. nasıl geldiyse tankerden öylece döküldü su. ve yağmur bu suni şehirde gösteriş budalası binlerce zenginin bahçesindeki ruhsuzlardan karşılık bulamadı sevgisine. her gün biraz daha hırçın her gün biraz daha şiddetli yağdı. hala bu suniliği parçalamak için uğraşıyor. bütün hırçınlığı bundan.beni farkedemeyecek kadar...hiç bir şey anlatmayan şehir ................. ketum, bencil ve kendini alçaltan bir gururu var.
bundan kaçtım işte. gayyanın dibinden kurtuldum. biraz daha kalsam yüreğime ihanet edecek bu sevgisizliğe alışacaktım. korktum ve kaçtım. iyi de ettim. barıştım yüreğimle. yeniden beraberce hikayeler dinliyoruz. bakıyorum bam teli titriyor. daha ne olsun?
seni dertlerimle üzdü ise bağışla ne olur. ne yapayım kalbin feryatlarını susturmak mümkün olmuyor.günlüğünden gönderdiklerini okudum. çok beğendiğimi itiraf edeyim. ben günlük tutmayı az biraz delilik olarak görüyorum demiştim yukarıda. kendim yazamadığım için herhalde. hani ayı üzüm meselesi.yazdıklarını paylaşırsan sevinirim. ben de yazdıklarımı göndereyim. seninkilerin yanında pek kaale alınacak şeyler değil ama tenkıdlerini bana ulaştırırsan hatalarımı düzeltirim diye ümit ediyorum.
haa bu arada, yazdıklarının en başına kendin için yakıştırdığın sıfatlara katılıyorum :-) en azından enaniyet yarıştıran bir haletten kendini sorgulama durumuna gelmişsin. bunda benim katkım varsa kandimi bahtiyar addederim :-)
iki gözümsün. kal sağlıcakla.
NOT: bu mektubu hüdayi adlı bir arkadaşıma göndermiştim. yazıda geçen yer isimlerini sildim. orada yaşayan insanlara haksızlık olmasın diye.
senden haber almak ne kadar güzel bir şeymiş. aman Allah'ım sevindirik oldum. ofiste arkadaşların şaşkın bakışları özetliyor aslında nasıl olduğumu. ama aldırmıyorum; insan hayatta kaç defa böyle seviniyor ki?
ben şimdi latin amerika'dayım. ............ maceramız kısa sürdü. iyi de oldu kanaatim. hani sen günlüğünde yazmışsın kuyu dibindeyim diye. aynı haldeydim ben de. ama ben kelimelerle ifadeden aciz olduğum için yazamadım bir şey. zaten günlük tutmaktan nefret ederim. az biraz kaçık nazarıyla bakarım günlük tutanlara. haksız da sayılmam. sen ne dersin?
............ beynimi emdi benim ve tabii ruhumu da. okumayı, düşünmeyi, yazmayı yani bana ait ne kadar güzel değer varsa hepsini zincirledi koydu zindana. öyle kuyu gibi de değil ha zindan, gayya gayya. gayyanın dibi. zor kurtuldum elinden.
.................'da gece olsun gündüz olsun, çıkar gezerdim. her köşe başının bir hikayesi vardı orada. her kaldırım taşının. soluduğun havanın. rüzgarda sallanan dalın ve o dalın ucundan düşerken yanağına bir öpücük kondurmayı ihmal etmeyen sarı yaprağın. kristaller halinde yağan soğuğun. her yaz gününün öğleden sonrasını o canım toprak kokusuna boğan kırkikindilerin. ayağını bastığında içine gömülen kuru karın. gölgelerin en koyusunu benim için hazırlayan akağaçların. o ağaçların altında hayallerimin mahrem döşeği olan bankların. belki milyonları ağırlamışken şimdi benim yalnızlığımı paylaşan meydanların. hasılı hikayesini dinleyeceğin o kadar çok şey var ki.
öyle hikayeler dinledim ki bazıları yüreğimi yerinden sökecekti. bazıları öfkemin harlamasına sebep oldu. bazıları gözyaşlarımı ceyhun etti. bazıları aldı aklımı başımdan. aman bir kelimesini kaçırmayayım diye öyle dikkatle gezer ve dinlerdim ki çok defa beni görenler mecnun olduğuma hükmetmişlerdir. her aşık bir miktar da olsa mecnun değil midir zaten? hiç alınmazdım.
şimdi gitseniz her tarafta göz izlerimi göreceksiniz. belki ............ park'ta okşadığım çiçek hala beni bekliyordur aşkını bir defa daha haykırmak için. ve eğer solduysa bilin ki benim hasretimdendir.kaldırım taşları sökülüyorsa yerinden başka ayakların üzerinde dolaşmasına dayanamadığındandır. taşlar bile bilir ki bir yürekte iki sevgi olmaz.duydum ki yazlar kurak geçiyormuş artık. başını ıslatacağı sevgili olmadığındandır. olmadığındandır her yağmur başladığında toprak kokusunu içine çeke çeke şemsiyesiz dolaşan kara sevdalısı.
...................'da gezerken hiç hikaye duymadım. ne coşan bir yürek vardı ne de yol gözleyen bir köşe başı. yüzüne güldüğüm çiçekler arkasını döndü bana. sırtını sıvazladığım ağaç yapraklarını döktü. hangi banka otursam çatırtılar geldi tahtalarından. kaldırım taşları ayaklarıma takılıp düşürdüler beni. yağmur damlaları bir kırbaç gibi indi suratıma. anladım ki aşk olmaz burada. çünkü bu garip şehir, bu sonradan insanların planlayarak kurduğu geometrik şehir aşkı hiç kimseden dinlememişti ki bilsin öğrensin. kaldırımlarını aşıklar değil mühendisler çiğnemişti onun. çiçeklerini diken eller emirle yapmıştı bunu. ağaçlarını sulayanlar döktükleri suyun içine bir yudum sevgi katmadılar. nasıl geldiyse tankerden öylece döküldü su. ve yağmur bu suni şehirde gösteriş budalası binlerce zenginin bahçesindeki ruhsuzlardan karşılık bulamadı sevgisine. her gün biraz daha hırçın her gün biraz daha şiddetli yağdı. hala bu suniliği parçalamak için uğraşıyor. bütün hırçınlığı bundan.beni farkedemeyecek kadar...hiç bir şey anlatmayan şehir ................. ketum, bencil ve kendini alçaltan bir gururu var.
bundan kaçtım işte. gayyanın dibinden kurtuldum. biraz daha kalsam yüreğime ihanet edecek bu sevgisizliğe alışacaktım. korktum ve kaçtım. iyi de ettim. barıştım yüreğimle. yeniden beraberce hikayeler dinliyoruz. bakıyorum bam teli titriyor. daha ne olsun?
seni dertlerimle üzdü ise bağışla ne olur. ne yapayım kalbin feryatlarını susturmak mümkün olmuyor.günlüğünden gönderdiklerini okudum. çok beğendiğimi itiraf edeyim. ben günlük tutmayı az biraz delilik olarak görüyorum demiştim yukarıda. kendim yazamadığım için herhalde. hani ayı üzüm meselesi.yazdıklarını paylaşırsan sevinirim. ben de yazdıklarımı göndereyim. seninkilerin yanında pek kaale alınacak şeyler değil ama tenkıdlerini bana ulaştırırsan hatalarımı düzeltirim diye ümit ediyorum.
haa bu arada, yazdıklarının en başına kendin için yakıştırdığın sıfatlara katılıyorum :-) en azından enaniyet yarıştıran bir haletten kendini sorgulama durumuna gelmişsin. bunda benim katkım varsa kandimi bahtiyar addederim :-)
iki gözümsün. kal sağlıcakla.
NOT: bu mektubu hüdayi adlı bir arkadaşıma göndermiştim. yazıda geçen yer isimlerini sildim. orada yaşayan insanlara haksızlık olmasın diye.
ŞEHİRLE KONUŞMAK...
Şehir insana ne ifade eder? Nasıl bir ilişki yürür aralarında? Birbirlerini dinlerler mi acaba? Ya şehir konuşunca ne anlatır? Sahi konuşur mu şehir?
Ben bütünüyle konuşan bir şehire şahit olmadım hiç. Şehri de bütün olarak algılamak, bütün olarak muhatap olmak ne kadar doğrudur zaten? Çünkü eğer konuşuyorsa ya da sizi alıp bağrına bir yerlere götürüyorsa şehrin bütünü değildir bu. Bi köşe başındaki çeşmedir, bir kapının üzerindeki yazı, belki hane numarası ya da üzerine yaslandığı asırlık duvarın taşlarıdır. Bir parçasıdır yani şehrin ama asla bütünü değildir. Çünkü yaşananlar bir zaman dilimiyle beraber orada yaşanmıştır; etrafını adımlarınızla ya da kulaçlarınızla ölçebileceğiniz o mekanda. Şahit olan oradaki duvar, oradaki taş, oradaki pencere ve o pencereden uzanan ya da cumbadan bakan oradaki gözdür. Ordaki gölgede dinlenmiştir size hikayesi anlatılan kahraman; kapının üzerindeki nakşı resmederken oradaki çeşmeden doldurulan buz gibi su ile serinlemiştir. O orada yaşanmalı, hikayesi orada dinlenmeli ve tesiri orada beklenmelidir. O yüzden şehri gezerken bütün sokakları arşınlanmalı boydan boya ve illa yaya olmalı şehirle hemhal oluş.
Yalnız uyanık olmalı. Pür dikkat gezmeli sokakların hikayesini isteyen kişi. Sabırlı ve olgun olmalı. Sonra kadirşinas olmalı. Hiç bir şeyi küçük ve önemsiz görmemeli. Çünkü ne küçük şeylerin ne büyük hikayeleri vardır. Koskoca aşklar bir küçük atf-ı nazarla başlamaz mı? Ve dağları deldiren o atf-ı nazardan başka nedir?
Ve meraklı olmalı. Soru sormayı bilmeli. Cevap almayı da. Aldığı cevabı sarıp sarmalayıp hafıza yurduna misafir etmeyi. Ve bir gün dertleşirken onunla mahcup olmamak için hikayesini iyi bellemeli. Ya hu aşık olmak nedir bilir misiniz? İnsan şehre aşık olmalı. Ki açsın koynunu bütün sıcaklığı, bütün şuhluğu ve bütün açıklığıyla. Eğer inandıramazsanız aşık olduğunuza ne kadar sırıl sıklam olup terlese, ne kadar can atsa da sıyırmayacaktır peçesini. Haydi kolay gele...
Ben bütünüyle konuşan bir şehire şahit olmadım hiç. Şehri de bütün olarak algılamak, bütün olarak muhatap olmak ne kadar doğrudur zaten? Çünkü eğer konuşuyorsa ya da sizi alıp bağrına bir yerlere götürüyorsa şehrin bütünü değildir bu. Bi köşe başındaki çeşmedir, bir kapının üzerindeki yazı, belki hane numarası ya da üzerine yaslandığı asırlık duvarın taşlarıdır. Bir parçasıdır yani şehrin ama asla bütünü değildir. Çünkü yaşananlar bir zaman dilimiyle beraber orada yaşanmıştır; etrafını adımlarınızla ya da kulaçlarınızla ölçebileceğiniz o mekanda. Şahit olan oradaki duvar, oradaki taş, oradaki pencere ve o pencereden uzanan ya da cumbadan bakan oradaki gözdür. Ordaki gölgede dinlenmiştir size hikayesi anlatılan kahraman; kapının üzerindeki nakşı resmederken oradaki çeşmeden doldurulan buz gibi su ile serinlemiştir. O orada yaşanmalı, hikayesi orada dinlenmeli ve tesiri orada beklenmelidir. O yüzden şehri gezerken bütün sokakları arşınlanmalı boydan boya ve illa yaya olmalı şehirle hemhal oluş.
Yalnız uyanık olmalı. Pür dikkat gezmeli sokakların hikayesini isteyen kişi. Sabırlı ve olgun olmalı. Sonra kadirşinas olmalı. Hiç bir şeyi küçük ve önemsiz görmemeli. Çünkü ne küçük şeylerin ne büyük hikayeleri vardır. Koskoca aşklar bir küçük atf-ı nazarla başlamaz mı? Ve dağları deldiren o atf-ı nazardan başka nedir?
Ve meraklı olmalı. Soru sormayı bilmeli. Cevap almayı da. Aldığı cevabı sarıp sarmalayıp hafıza yurduna misafir etmeyi. Ve bir gün dertleşirken onunla mahcup olmamak için hikayesini iyi bellemeli. Ya hu aşık olmak nedir bilir misiniz? İnsan şehre aşık olmalı. Ki açsın koynunu bütün sıcaklığı, bütün şuhluğu ve bütün açıklığıyla. Eğer inandıramazsanız aşık olduğunuza ne kadar sırıl sıklam olup terlese, ne kadar can atsa da sıyırmayacaktır peçesini. Haydi kolay gele...
Cumartesi, Temmuz 08, 2006
MELANKOLİK AŞKLAR MEMLEKETİ
Evdeyim. Sabah bir arkadaşla yaptığımız sohbeti düşünüyorum. Bana ,yabancı olan eşine dinlediği şarkıyı tercüme ettiğini ama onun kahkahalarla güldüğünü anlattı. Tercüme ettiği şarkı "Kıskanırım Seni Ben". Hatırlayalım isterseniz sözlerini:
Saçın tenine değse
Telini kıskanırım
Birine söz söylesen
Dilini kıskanırım.
Kıskanırım seni ben
Kıskanırım kalbimden
Bu nasıl aşk Allah'ım
Öleceğim derdimden.
Devamı da var ama bu kadarı kafi kanaatimce. Şimdi bu şarkının neresine gülünür diyeceksiniz. Ben de sizinle aynı fikirdeyim. Ama elin yabancısı bu sözleri anlayamıyor. Çünkü onlar aşkı bizim gibi melankolik yaşamıyorlar. Seven sevdiğiyle beraber oluyor. Olamıyorsa başkasına aşık oluyor. Onunla beraber oluyor. Biz de böyle mi? Cevabı her bir ağızdan veriyoruz: HAYIIIIRRR!
Çünkü biz aşkı melankolik yaşamaya alıştırılmışız. Kavuşmalar değil ayrılıklar ve çekilen çileler yüceltilmiş. Örnek mi istersiniz. Kendi hayatınıza bakın. Anlatılanlara , okuduklarınıza. Alın bir Kerem ile Aslı hikayesini, alın bir Ferhat il Şirin'i , Leyla ile Mecnun'u. Çoğaltmak mümkün. Hangisinde mutlu bir son vardır ? Biz acıyı kutsallaştırıyoruz. Dünyaya çile çekmeye gelmişiz.
Suç sadece aşıkların mı? Hayatı zindana çeviren Kara Vezirlerimiz var. Anlayışsız babalar. Aşıktan daha güçlü olan ve sevdiğini para ve nüfuzla alan rakip aşıklar. Elin yabacısının babası evladının mutluluğu için elinden geleni yaparken bizim hikayelerdeki babalar, abiler, ağalar ve nüfuz sahipleri çılgın bir sadistlik içindedirler. Biz de mazoşistliği yaşanması gereken bir duygu olarak alır kendimize hep onu layık görürüz. Acımız ne kadar büyükse aşkımız da o kadar büyüktür. Hangimiz hayatında bir Mecnun , bir Kerem olmak istememiştir ki ?
Evet bu böyle sürüp gidecek galiba. Çünkü müzik listelerine bakıyorum zirveye çıkanlar hep melankolik sözlerle dolu olanlar. O zaman büyüklerimizin dediği gibi: " Acılarla yaşamaya alışacağız. "
Siz ne dersiniz?
P.S. -Kaderin garip cilvesi: Ben bu yazıyı yazarken arka planda Bedirhan Gökçe'den Başım Gözüm Üstüne adlı şiir çalıyor.
VİRA BİSMİLLAH !
Tam bir denizci başlangıcı oldu. Tabii kıyıdan kıyıya dolaşırsak sonunda olacağı buydu. Kıyıdan kıyıya dedim de neden böyle dedim bilmiyorum. Bir tek Mozambik'teyken (orası da neresi demeyin açın haritayı bakın) deniz kıyısndaydım ben. Şu an bulunduğum yer dahil hep kıyıdan uzak oldum. O zaman ülkeden ülkeye diyeyim. Allah'ım bloğum için ne yanlış bir isim seçmişim. Öff ne başlangıç be!...
Kaydol: Kayıtlar [Atom]