Çarşamba, Şubat 13, 2008
Teşekkürler Hayat
çok şey vermiş olan hayata teşekkürler
iki göz vermiş ki onları açtığımda
mükemmel ayırıyorum beyazı ve siyahı
derinlikli gökyüzünün yıldızlı arkasını
ve kalabalığın içinde sevdiğim adamı
bana cömert olan hayata teşekkürler
bir kulak verdi ki bütün genişliğiyle
gece gündüz ağustos böceği ve kanaryalar
çekiç, motor sesleri ve havlamalar, fırtınalar
ve sevdiğimin narin sesini yakalar
hayatın cömertliğine teşekkürler
bana yorgun ayaklarımla yürümeyi verdi
onlarla göletler ve şehirler geçtim
plajlar, çöller , dağlar ve düzlükler…
ve senin evini, caddeni, bahçeni gezdim.
cömertliğine teşekkürler hayatın
bana senin için çarpan yüreği verdi
baktığımda görüyorum meyvesini insan aklının
iyiyle kötünün aşılmaz uzaklığını
ve aydınlık gözlerinin arkasını
bana çok şey veren hayata teşekkürler
gülmeyi verdi ve gözyaşlarını
böyle ayırıyorum yıkılmakla mutluluğun farkını
o iki şey ki ortaya çıkarıyor şarkımı
o şarkı ki sizin şarkınızla aynı
ki herşeyden çok benim olan o şarkıyı
iki göz vermiş ki onları açtığımda
mükemmel ayırıyorum beyazı ve siyahı
derinlikli gökyüzünün yıldızlı arkasını
ve kalabalığın içinde sevdiğim adamı
bana cömert olan hayata teşekkürler
bir kulak verdi ki bütün genişliğiyle
gece gündüz ağustos böceği ve kanaryalar
çekiç, motor sesleri ve havlamalar, fırtınalar
ve sevdiğimin narin sesini yakalar
hayatın cömertliğine teşekkürler
bana yorgun ayaklarımla yürümeyi verdi
onlarla göletler ve şehirler geçtim
plajlar, çöller , dağlar ve düzlükler…
ve senin evini, caddeni, bahçeni gezdim.
cömertliğine teşekkürler hayatın
bana senin için çarpan yüreği verdi
baktığımda görüyorum meyvesini insan aklının
iyiyle kötünün aşılmaz uzaklığını
ve aydınlık gözlerinin arkasını
bana çok şey veren hayata teşekkürler
gülmeyi verdi ve gözyaşlarını
böyle ayırıyorum yıkılmakla mutluluğun farkını
o iki şey ki ortaya çıkarıyor şarkımı
o şarkı ki sizin şarkınızla aynı
ki herşeyden çok benim olan o şarkıyı
GRACIAS A LA VIDA !
Gracias a la Vida
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me dio dos luceros que cuando los abro
Perfecto distingo lo negro del blanco
Y en el alto cielo su fondo estrellado
Y en las multitudes al hombre que yo amo.
Gracias a la vida que me a ha dado tanto
Me ha dado el oído que en todo su ancho
Graba noche y día grillos y canarios
Martillos, turbinas, ladridos, chubascos
Y la voz tan tierna de mi bien amado.
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me ha dado la marcha de mis pies cansados
Con ellos anduve ciudades y charcos
Playas y desiertos, montañas y llanos
Y la casa tuya, tu calle y tu patio.
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me dio el corazón que agita su marco
Cuando miro el fruto del cerebro humano
Y el canto de todos que es mi propio canto.
Cuando miro el fondo de tus ojos claros
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me ha dado la risa y me ha dado el llanto
Así yo distingo dicha de quebranto
Los dos materiales que forman mi canto
Y el canto de ustedes que es el mismo canto
Cuando miro al bueno tan lejos del malo
Violeta Parra
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me dio dos luceros que cuando los abro
Perfecto distingo lo negro del blanco
Y en el alto cielo su fondo estrellado
Y en las multitudes al hombre que yo amo.
Gracias a la vida que me a ha dado tanto
Me ha dado el oído que en todo su ancho
Graba noche y día grillos y canarios
Martillos, turbinas, ladridos, chubascos
Y la voz tan tierna de mi bien amado.
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me ha dado la marcha de mis pies cansados
Con ellos anduve ciudades y charcos
Playas y desiertos, montañas y llanos
Y la casa tuya, tu calle y tu patio.
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me dio el corazón que agita su marco
Cuando miro el fruto del cerebro humano
Y el canto de todos que es mi propio canto.
Cuando miro el fondo de tus ojos claros
Gracias a la vida que me ha dado tanto
Me ha dado la risa y me ha dado el llanto
Así yo distingo dicha de quebranto
Los dos materiales que forman mi canto
Y el canto de ustedes que es el mismo canto
Cuando miro al bueno tan lejos del malo
Violeta Parra
Salı, Eylül 05, 2006
SİGARAYA BAŞLAMA DENEMELERİ...
Birinci deneme:
Altı yaşındaydım. Yayladayız. Sadece dört evin olduğu sakin bir yer. Dedem felç ve kör olduğu için sürekli yatıyor. Babaannem dedemin her ihtiyacına yetişiyor ve arada sırada ona sardığı sigaraları içiriyor. Dedemin bir tabakası var. Tabaka sigara ile dolu. Babaannemin olmadığı bir zaman girdim dedemin yattığı odaya. Tabaka ocağın üstünde duruyordu. Aldım. İçinden iki tane aldığım gibi koşarak uzaklaştım. Yurt narı dediğimiz dedemin hasta olmadan önce çadır kurup yaşadığı nar ağacının altına saklandım.
Murat da geldi nefes nefese. Etrafta kimse yoktu ama korkudan ölecektik. Epey dinlendikten ve sonra güvende olduğumuza iyice kanaat getirdikten sonra sigaraları çıkardım. Biri bana biri Murat’a. Sigaraları ağzımıza aldık ve ben çakmağı almadığımın farkına vardım. Sigarayı Murat’a uzatıp fırladım eve. Babaannemi tabaka elinde beni bekliyor gördüm. “Gel buraya” dedi. “Sigarayı sen mi aldın tabakadan?” İnkar edemedim. Hiç yalan söyleyemezdim. İtiraf edince güldü babaannem. “İçebiliyor musun ki oğlum?” dedi “ziyan etme sigarayı.” Kafamı salladım sonra da “Çakmak yok ki” dedim bütün saflığımla. “Çakmağı vermem” dedi. “Ortalığı yakarsın sonra. Getir ben yakayım iç.” Gittim Murat’ın yanına. “Gel” dedim “babaannem yakacak. Orada içelim.” “Olmaz” dedi. “Anneme söylerse çok kötü döver beni. Sonra içeriz beni görmeden gideyim ben.” Gitti. Döndüm eve. Babaannem “Getir” dedi. “Yakayım.” “Yok” dedim. “Canım istemiyor şimdi.” Murat gidince bütün cazibesini yitirdi sigara. İçemedim.
İkinci deneme:
Bizim bahçenin alt tarafından köye giden asfalt yol geçiyordu. Ara sıra köyün arabaları geçerdi bir de sınırdaki karakola giden cemseler. Yere uzanır kulağımızı asfalta dayar vınlamaları dinleyerek arabaların ne kadar uzakta olduklarını tahmin etmeye çalışırdık. Zevkli bir eğlenceydi. En çok cemsenin gelmesini beklerdik. Askerler bazen çikolata atarlardı. Bölüşür yerdik. Bir gün yolun kenarında oynarken Mustafa koşarak geldi yukarıdan. İki yaş büyüktü bizden ama hep beraber oynardık. “Cemse geliyor” dedi. “Sigara isteyelim.” Hemen kabul gördü teklif. Cemse yanımızdan geçerken el sallayan askerlere başladık bağırmaya. “Sigara! Sigara!.” Kimse bir şey atmadı. Tüh deyip elimizi elimize vurduk. Sanki hakkımız olan bir şeyi alamamıştık. Mahzun gözlerle arkasından bakarken köşeyi dönmekte olan cemseden bir şeyin düştüğünü farkettim. Başladım koşmaya. Murat ile Mustafa da peşimden geldiler. Evet yerde bir paket vardı. Aldım hemen yerden. Doluydu. Sevincimizi anlatamam.
Hemen eve gittik. Mustafa benimleydi. Murat evin arkasında bekledi. Babaannem oradaydı. Çakmak istedim. “Aha inseği (yanan odun parçası) orada, burada yakın burada için.” dedi. Mustafa yaktı hemen. Ben ilk defanın verdiği heyecanla iki defa düşürdüm sigarayı. Mustafa’nın gülmesi dokundu bana ama belli etmedim. Yaktım sonunda ve ilk nefesi çeker çekmez gözlerimden boşalan yaşlarla beraber korkunç bir öksürük başladı. Gurur meselesi yaptım. Hem içiyor hem öksürüyordum.
Murat’ı hatırlayıp Mustafa’ya işaret edince evin arkasına gittik. Murat’ın sigarasını yaktık sigaramızla. Aynı öksürük onda da oldu. İki nefes daha çekti ve attı yere. Ayağıyla bir güzel ezdi. Buraya yazamayacağım bir küfür etti. Ben de daha yarısına kadar içtiğim sigaraya aynı muameleyi yaptım. Mustafa içmeye devam etti.
devam edecek...
Altı yaşındaydım. Yayladayız. Sadece dört evin olduğu sakin bir yer. Dedem felç ve kör olduğu için sürekli yatıyor. Babaannem dedemin her ihtiyacına yetişiyor ve arada sırada ona sardığı sigaraları içiriyor. Dedemin bir tabakası var. Tabaka sigara ile dolu. Babaannemin olmadığı bir zaman girdim dedemin yattığı odaya. Tabaka ocağın üstünde duruyordu. Aldım. İçinden iki tane aldığım gibi koşarak uzaklaştım. Yurt narı dediğimiz dedemin hasta olmadan önce çadır kurup yaşadığı nar ağacının altına saklandım.
Murat da geldi nefes nefese. Etrafta kimse yoktu ama korkudan ölecektik. Epey dinlendikten ve sonra güvende olduğumuza iyice kanaat getirdikten sonra sigaraları çıkardım. Biri bana biri Murat’a. Sigaraları ağzımıza aldık ve ben çakmağı almadığımın farkına vardım. Sigarayı Murat’a uzatıp fırladım eve. Babaannemi tabaka elinde beni bekliyor gördüm. “Gel buraya” dedi. “Sigarayı sen mi aldın tabakadan?” İnkar edemedim. Hiç yalan söyleyemezdim. İtiraf edince güldü babaannem. “İçebiliyor musun ki oğlum?” dedi “ziyan etme sigarayı.” Kafamı salladım sonra da “Çakmak yok ki” dedim bütün saflığımla. “Çakmağı vermem” dedi. “Ortalığı yakarsın sonra. Getir ben yakayım iç.” Gittim Murat’ın yanına. “Gel” dedim “babaannem yakacak. Orada içelim.” “Olmaz” dedi. “Anneme söylerse çok kötü döver beni. Sonra içeriz beni görmeden gideyim ben.” Gitti. Döndüm eve. Babaannem “Getir” dedi. “Yakayım.” “Yok” dedim. “Canım istemiyor şimdi.” Murat gidince bütün cazibesini yitirdi sigara. İçemedim.
İkinci deneme:
Bizim bahçenin alt tarafından köye giden asfalt yol geçiyordu. Ara sıra köyün arabaları geçerdi bir de sınırdaki karakola giden cemseler. Yere uzanır kulağımızı asfalta dayar vınlamaları dinleyerek arabaların ne kadar uzakta olduklarını tahmin etmeye çalışırdık. Zevkli bir eğlenceydi. En çok cemsenin gelmesini beklerdik. Askerler bazen çikolata atarlardı. Bölüşür yerdik. Bir gün yolun kenarında oynarken Mustafa koşarak geldi yukarıdan. İki yaş büyüktü bizden ama hep beraber oynardık. “Cemse geliyor” dedi. “Sigara isteyelim.” Hemen kabul gördü teklif. Cemse yanımızdan geçerken el sallayan askerlere başladık bağırmaya. “Sigara! Sigara!.” Kimse bir şey atmadı. Tüh deyip elimizi elimize vurduk. Sanki hakkımız olan bir şeyi alamamıştık. Mahzun gözlerle arkasından bakarken köşeyi dönmekte olan cemseden bir şeyin düştüğünü farkettim. Başladım koşmaya. Murat ile Mustafa da peşimden geldiler. Evet yerde bir paket vardı. Aldım hemen yerden. Doluydu. Sevincimizi anlatamam.
Hemen eve gittik. Mustafa benimleydi. Murat evin arkasında bekledi. Babaannem oradaydı. Çakmak istedim. “Aha inseği (yanan odun parçası) orada, burada yakın burada için.” dedi. Mustafa yaktı hemen. Ben ilk defanın verdiği heyecanla iki defa düşürdüm sigarayı. Mustafa’nın gülmesi dokundu bana ama belli etmedim. Yaktım sonunda ve ilk nefesi çeker çekmez gözlerimden boşalan yaşlarla beraber korkunç bir öksürük başladı. Gurur meselesi yaptım. Hem içiyor hem öksürüyordum.
Murat’ı hatırlayıp Mustafa’ya işaret edince evin arkasına gittik. Murat’ın sigarasını yaktık sigaramızla. Aynı öksürük onda da oldu. İki nefes daha çekti ve attı yere. Ayağıyla bir güzel ezdi. Buraya yazamayacağım bir küfür etti. Ben de daha yarısına kadar içtiğim sigaraya aynı muameleyi yaptım. Mustafa içmeye devam etti.
devam edecek...
Pazartesi, Ağustos 14, 2006
PUROYU BIRAKIYORUM...
puroya başlayalı yedi ay oldu. yedi ayda içtiğim puro sayısı dördü geçmedi. bıraksam mı acaba?
Cumartesi, Ağustos 12, 2006
Mendil Kurumadan
Mehmet paçalarını dizlerinin üstüne kadar sıvayıp suya girdi. Ayaklarının altında çakılların kayganlığını hissediyordu. Yosun tutmuş taşlar ayakta durmasını zorlaştırınca büyükçe bir taşın üzerine dikkatle oturdu. Gelen dalgaların ıslatmaması için pantolonunu biraz daha yukarıya çekti.Su pisti. Limandan kaynaklanan pislik denizin her tarafını kaplamış artık denize girmek neredeyse imkansız hale gelmişti. Özellikle yaz aylarında iyice kesifleşen bir koku da vardı. Ama bütün bunlara rağmen denizin çekiciliğinden kurtulmak mümkün değildi. Yüzemezdi evet ama ayaklarını suya sokmasına mani bir şey yoktu. Ayaklarını suyun içinde hafif hafif sallarken yan tarafındaki arkadaşına baktı. Lütfi topladığı taşları suyun üzerinde kaydırmaya çalışıyordu. “Gel.” dedi. “Bak sana düz çakıl topladım.” Teşekkür ederek aldı Lütfi. Geniş geniş güldü. İlk taşı O’nun için gönderdi suyun üzerine. En az yedi defa kaydı. Memnun oldu. Eline aldığı taşları rastgele denize atmaya başladı.Lütfi gelip oturdu yanına. Paçalarını sıvamıştı. Gelip geçen tekneleri balık avlayan martıları seyrettiler bir süre. Sakindi deniz. Sonsuzluk hissi veriyordu. Sürekli kıyıya vuran dalgaların bu sakin denizden doğduğuna inanmak zordu biraz. Sessizliği Lütfi bozdu. “Neden yüzmüyoruz ?” diye sordu. Cevap vermedi önce. Annesinin denize girmesini yasakladığını söylemek istemedi. “Su pis.” dedi. “Hem güneş de tepede hasta oluruz sonra.” Lütfi çaresiz sustu. Tanıyordu. Israr etmenin bir anlamı yoktu. Aklına muzipçe bir fikir geldi. Hızla kaldırdı ayaklarını ve “Yengeç!” diye bağırdı. Mehmet daha toparlanamadan ayaklarını tekrar suya soktu. Büyük bir su parçası sıçradı ayaklarının suya değdiği yerden ve Mehmet’in pantolonunu ıslattı. Silkelemek için hızla kalktı Mehmet ve o sırada gelmekte olan bir dalgaya hedef oldu. Pantolonu tamamen ıslanmıştı. Mehmet hırsla baktı arkadaşına. Kahkahalarla güldü Lütfi önce. Sonra arkadaşının gözlerindeki kırgınlık ile kızgınlık arası bakışlara gözü takılınca sustu. İçten içe büyük bir pişmanlık duydu. Ağzını açtı ama boğazına bir şeyler düğümlendi sanki. Sustu. Mehmet bir hamlede sudan çıkıp otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Otobüse yaklaştığında şoförün bu halde kendisini almayacağını düşündü.Islak ıslak binemezdi tabii. Gitti bir banka oturdu. Gölge olmayan bir yer seçmişti. “Bir sonraki otobüse yetişirim.” diye teselli etti kendini. Güneşte oturunca iyice içerlediğini hissetti Lütfi’ye. Bir özür bile dilememişti. Kendisi de hemen kalkıp gitmişti ama olsundu. Topu topu 50 metre uzaklıktaydı işte. Lütfiye doğru kaydı gözleri. O arkasını dönmüş umursamaz bir halde ayaklarını suyun içinde oynatıyordu. İyice bilendi öfkesi.Lütfi üzüldü arkadaşının gitmesine. Öylece hareketsiz kalakalmıştı o giderken. Şaşkınlıktan bir özür bile dileyememişti. Ama öyle apar topar gidilir miydi hemen? Şaka kaldıramayandan arkadaş mı olurdu? “Asıl benim küsmem lazım.” diye düşündü. Görmüştü banka oturduğunu. Şoför almamıştı anlaşılan. “İyi” dedi “ Güneşte otursun da aklı başına gelsin biraz.” Sonra aslında onu suya girmeye ikna etmek için kasten şakanın dozunu kaçırdığını itiraf etti kendi kendine. Pişmanlığı katlandı. Başını kaldırıp uzaklara baktı. Okulda öğrenmişlerdi denizin bir sonu olduğunu ama şu an önünde uzanan denizin hiç sonu yokmuş gibi geldi bir an. Büyük, sakin ve sonsuzluk hissi veren denizin üzerinde limana girmek için sıra bekleyen gemilerden, öğle sıcağında bile balık avına ara vermeyen martılardan başka bir şey yoktu. Gezi motorlarının hepsi iskelelere bağlanmış, yaz aylarında dayanılmaz olan sıcakların tesirinden kurtulmak için insanlar şekerleme yapmaya çekilmişlerdi. Bir tek kıyıyı durmadan döverek çakıllarla oynaşan dalgaların, uzaktaki belediye çay bahçesinde dinlenen insanların ve martıların sesi duyuluyordu. İçinde büyük bir boşluk hissetti. Dönüp Mehmet’e baktı. Denizi seyrediyordu. Başını önüne eğip dalgaların oynaşmalarını seyre koyuldu.Kuruyan pantolonunun, dizden aşağı kısmındaki tuzları silkelerken fark etti Lütfi’nin kendisine baktığını. Bakışlarının istikametini çevirmedi. Denizi seyrediyor gibi yapmaya devam etti. Yükselen buhar ağır bir koku getiriyordu burnuna. Yine de kurumasına sevindi pantolonunun. Tuzlar da yapışıp kalmasaydı annesi hiç farkına varmazdı. Annesinin kızmasından değildi çekindiği. Ne kadar kızarsa kızsın yine anne şefkatiyle kucaklardı onu sonra. Kendisini üzen annesinin güvenini boşa çıkaran bir insan durumuna düşmekti. Otobüsün sesini duydu. Seferini tamamlayıp dönmüştü anlaşılan. 15 dakika sonra yeniden hareket edecekti. Başını kaldırıp güneşe baktı. Daha hızlı kurutması için yalvarıyor gibiydi. Bir an önce eve gitmek, damdaki asmanın altına kurduğu hamağa uzanıp yatmak istiyordu. Güneşin altında pişmişti adeta. Sıcak ve yalnızlık dayanılır gibi değildi.Otobüse doğru hareketlendi Lütfi. Şoför kapıyı açmış yolcuları almaya başlamıştı. Sıraya girdi. Biletini ve pasosunu çıkardı. -Her zaman sormasalar olmazdı sanki!- Adımını otobüse attığında Mehmet’in en arka koltuğa oturmuş olduğunu gördü. Gitti hiçbir şey olmamış gibi yanına oturdu. Otobüs büyük sarsıntılarla ağır ağır hareket etti. Tavandaki havalandırma kapağından içeriye hava dolmaya başladı. Lütfi’nin en büyük zevklerinden birisiydi bu hava akımının tam karşısına oturarak yolculuk etmek. Usulca kenara çekildi Mehmet. Lütfi ortaya doğru kaydı. Bir kelime bile etmeden tamamladılar yolculuğu. Son durakta indiklerinde hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Sokağa beraber girdiler. Evlerine doğru ayrılırlarken de bir kelime etmemişlerdi.Mehmet damdaki hamağa uzandığında fark etti ağladığını. Şaşırdı. Hep katı kalpli birisi olduğunu zannederdi. -Ağlamak da nerden çıktı şimdi!- Annesine mahcup olacağına mı ağlıyordu yoksa Lütfi ile küstüklerine mi karar veremedi. Belki her ikisine de. Hamağı yavaş yavaş sallamaya başladı. Asmanın üzerindeki üzümler de beraber sallanmaya başladı. Yemek istedi. Daha koruktu üzümler. Kalktı bir salkımdaki tek tük olgunlaşmış olanları seçerek kopardı. Avucuna biriktirdiği üzümleri yıkamaya giderken asmanın dalına bağlanmış bir mendil dikkatini çekti. Düğünlerde gelin arabalarının yan aynalarına takılan mendiller gibi düğüm atılmıştı. Üzümleri yıkamaktan vazgeçip gömleğine sildi hızlıca ve birer ikişer adeta çiğnemeden yuttu. Bu mendili bir ay kadar önce arkadaşlarını barıştırmak için kendisi bağlamıştı buraya. “İyi dostlar ıslak bir mendil yaz sıcağında kurumadan önce barışırlar.” deyip barıştırmıştı onları. Evet şimdi sınama zamanıydı. İyi dost muydular acaba? Mendili çözüp bir çırpıda indi merdivenleri. Güzelce ıslattı. Getirip aynı yere bağladı. Hamağa uzanıp beklemeye başladı. Bir yandan göz ucuyla mendili süzerken bir yandan da sözlerinin doğru çıkması için dua ediyordu. Bekledi. Bekledi… gelen giden yoktu. Mendil kurumaya yüz tutmuştu. Bir daha ıslatsam mı diye düşündü bir an ama bu düşünceyi çabuk kovdu kafasından. “Peki ben neyi bekliyorum?” diye sordu kendi kendine. “Onun gelip özür dilemesini beklemek bencillik değil midir? Ya o da beni bekliyorsa?” Hızla kalktı hamaktan. Merdivenleri ikişer üçer inerken düşüyordu az daha. Bahçe kapısını bile kapatmadan sokağa fırladı. Deli gibi koşuyordu. Komşu evin köşesini daha yeni dönmüştü ki beyninde şimşekler çaktı. Gözleri karardı ve ne olduğunu anlayamadan savruldu bir tarafa.Gözlerini açıp baktığında elleriyle kafasını tutan Lütfi’yi gördü. Kendini toparlamış ayağa kalkmaya çalışıyordu. Göz göze geldiler. Ve arkasından yıkıldılar tekrar. Ama bu sefer kahkahalarla gülüyorlar, kendilerini tutamayarak yerlerde yuvarlanıyorlardı. Elele tutuşarak kalktılar ayağa. Sarıldıkları zaman bile hala gülmeleri devam ediyordu. “Mendil kurumadan…” dedi Mehmet ve ekledi Lütfi “ Mendil kurumadan…”
Not: Bu hikaye Moskova’da yayınlanan “DRUGİE BEREGA” yani “ÖTEKİ KIYILAR” adlı edebi derginin Mayıs 2003 sayısında iki dilde yayınlanmıştır.
Not: Bu hikaye Moskova’da yayınlanan “DRUGİE BEREGA” yani “ÖTEKİ KIYILAR” adlı edebi derginin Mayıs 2003 sayısında iki dilde yayınlanmıştır.
Salı, Temmuz 25, 2006
YAZ(ama)MAK ÜZERİNE
En büyük korkularımızdan bir tanesi yazmak. Hem çok istediğimiz hem de en çok kaçındığımız. Ve korkumuzda yalnız değiliz. Kime sorsanız türlü mazeretlerle neden yazmadığının savunmasını yapacaktır. Oysa dile getiremediği gerçek, korktuğudur. Beğenilmeme korkusu. Zordur bunu itiraf.
Kendimi değerlendirdiğimde ve çevremi dinlediğimde iki hususun engel olarak karşımıza çıktığı görülüyor: Birincisi “ya yazdığım beğenilmezse” korkusu . Diğeri ise “bir gün öyle bir yazı yazacağım ki yer yerinden oynayacak” beklentisi. İkisi de yanlış ve aşılması kolay meseleler.
Yazma öğrenilen bir davranıştır. Elbette Allah vergisi yazma kabiliyetiyle doğan insanlar vardır. Ama yazarların kahir ekseriyeti yazmayı sonradan öğrenmişler ve temrinlerle geliştirmişlerdir. Yani yazdığınızdan utanmanıza insanlar beğenmeyecekler diye korkuya düşmenize gerek yok. Bir el sanatını öğrenen kişi gibi yazmayı sürekli hale getireceksiniz. Nasıl ki Efendimiz “az ama devamlı ibadeti” tavsiye etmiştir. Yazıya başlayacak olanın da bu tavsiye üzerine az ama devamlı yazması ona yazma kabiliyeti kazandıracak ve başkalarını imrendirecek bir gelişme gösterecektir. Bazıları yazmaya nasıl başladıklarını anlatırlar kitaplarında. Onları okumak yol gösterici ve cesaretlendirici olabilir. İlk başlayanlara tavsiyem: Çok çok çekiniyorsanız ilk yazdıklarınızı kendinize saklayın. Biraz güven geldiğinde tavsiyesine değer verdiğiniz insanlardan yardım isteyin. Ve asla hemen beğenilsin beklentisine girmeyin. “Ummaki gücenmeyesin.” Bugün yere göğe sığdıramadığınız bir çok yazarın ilk yazılarının sizinkilerden daha iyi olduğunu kimse iddia edemez. Onlar azimle çalışmaya devam etmenin meyvelerini yiyorlar.
Yazılan bir yazı ile taşları yerinden oynatmak gibi bir ham hayal de yazmaktan alıkoyar. Hiç kimsenin ilk yazısı böyle bir bahtiyarlık yaşatmamıştır. Bu hissiyata sahip olan kişiler ya nefislerinin esiri olmuş megaloman tiplerdir (ki yücelttikleri enaniyetleridir.) ya da yazmamaya mazeret üretmek için böyle bir bahanenin arkasına sığınanlardır. Ve asla herşeyi tersine çevirecek yazıyı yazacakları o bir gün gelmez. Bu sinek sıklet birinin hiçbir antrenman yapmadan Muhammed Ali Clay ile maça çıkması gibi bir şeydir. İlk yumrukta yere serileceği muhakkaktır.
Yazmak için uygun zaman ve zemini beklemek de hatadır. Hayat bizim arzumuzun dışında kendi seyrinde akıp gidiyor. Hiç bir zaman bizim beklediğmiz zaman ve zemin olmayabilir. Bulduğumuz her fırsatta bir iki satır da olsa bir şeyler karalamak lazım. Şiir için söylenen “eğer maksut eserse bir mısra-ı berceste kafidir.” sözü yazı için de geçerlidir. Bazen bir satırla sayfalar dolusu duygu düşünce aktarılabilir.
Gönül ilhamullahın tecelligahıdır. Gönle gelenleri yazmayıp yok olup gitmesine sebep olmak bir kadir bilmezlik olmaz mı? Ya o ilham ihtiyacı olan birisine senin vesilenle ulaştırılmak istenmişse? Yani yazmamak insana mesuliyet de yüklüyor.
Dili güzel kullanmak okumakla mümkün. Kelime hazinemizin zenginliği hem kolay yazmamızı hem de derdimizi daha kolay anlatmamızı sağlar. Ama her cümlemizin hayranlık uyandıracak kadar güzel olmasını beklemek muhali taleptir. Sade ama düzgün cümle daha çok takdir edilecekir. Sürekli yazmak eksiklerimizi görmemize yarar. İnsanı en iyi yine kendisi düzeltir. Tevbe bunun için var.
Dolayısıyla yazmak için:
a- Korkularımızın ve beklentilerimizin esiri olmayalım. Hiç hürriyeti tatmama ihtimali var.
b- Uygun zaman ve zemini beklemeyelim. Hiç gelmeyebilir.
c- Bize bahşedilen ilhamları bad-ı heva zayi etmek kadirnaşinaslıktır. Kendine yakıştıran buyursun.
d- Hiç kimse ilk yazısı ile zirveye çıkmamıştır. Gayretsiz olmuyor.
e- Çok okumak lazım. Bazen bir satır kitaplar dolusu ilhamları gönle akıtabilir.
f- Az ama her gün yazmaya gayret etmeli. Gelişmeler çok şaşırtıcı olacaktır.
g- Geride bırakılan her eser hizmet etmeye matuf ise karz-ı hasen olacak ve amel defterinin kıyamete kadar açık kalmasına vesile olacaktır.
h- En kolay yazılanı hatıralardır. Neden kendinizi anlatarak başlamıyorsunuz ?
HEMEN ŞİMDİ !...
Pazar, Temmuz 23, 2006
PROTESTO !
Pazartesi, Temmuz 17, 2006
ELLİ GRAM FAZLA GELDİ AYRILIK !...
hasta oldum hastaneye attılar
başucumda bir gececik yattılar
ölüm ile ayrılığı tarttılar
elli gram fazla geldi ayrılık
(anonim)
biraz önce bir yazı okudum.
"zor olan ilk öpücük değil aksine son öpücüktür."
doğru lan. doğru valla...
başucumda bir gececik yattılar
ölüm ile ayrılığı tarttılar
elli gram fazla geldi ayrılık
(anonim)
biraz önce bir yazı okudum.
"zor olan ilk öpücük değil aksine son öpücüktür."
doğru lan. doğru valla...
MİNİ MİNİ BİRLER !...
mini mini birler
çalıışkan ikiler
tembel üçler
eşek başı dörtler
misafir beşleeeer
ilkokulda iken sık sık söylediğimiz bu tekerleme geçen gün aklıma geldi. ya ne kadar salak bi şeymiş. neresini tutsan elinde kalıyor. çok fena moralim bozuldu şimdi. yorum morum yapamayacağım. kalsın böyle...
Kaydol: Kayıtlar [Atom]